12. Sınıf İnkılap Tarihi | 7.Ünite | 7. ÜNİTE TOPLUMSAL DEVRİM ÇAĞINDA DÜNYA VE TÜRKİYE 2025 - PDF İNDİR
7. ÜNİTE TOPLUMSAL
DEVRİM ÇAĞINDA DÜNYA VE TÜRKİYE
1960 SONRASI
DÜNYADAKİ GELİŞMELER
Bloklar
Arası Rekabet
II. Dünya Savaşı’nın
sona ermesinden sonra ABD ve SSCB’nin siyasi gücü etrafında
kümelenen devletlerin oluşturduğu, iki kutuplu dünyadaki güç mücadelesi
Soğuk Savaş dönemini başlattı.
Doğu ve
Batı Blokları; ABD ve SSCB öncülüğünde askerî, siyasi ve
ekonomik alanlarda teşkilatlanarak ülkeler arasındaki
ayrışmayı keskinleştirdi.
ABD ve SSCB
arasındaki gerilim Kore Savaşı ile çatışmaya dönüştü.
Dünya devletlerinin
büyük bir kısmı siyasi durumlarına göre ya ABD ya da SSCB yanında
yer aldı.
1955’te yapılan Bandung Konferansı ile “Üçüncü Dünya Devletleri” olarak isimlendirilen Asya, Afrika ve Latin
Amerika Devletleri tarafından Bağlantısızlar Bloku oluşturuldu. Bu durum,
dünya siyaset dengesindeki gerilimin etkisini azaltacak bir süreci
başlatmış oldu.
Bağlantısızlığın,
yani hiçbir bloğa veya askerî ittifaka bağlı olmama hareketinin ilk
teşkilatlanması, Yugoslavya lideri Tito ile Mısır
Başbakanı Nasır’ın teşebbüsü ile 1961 yılında yapılmıştır.
Bu iki liderin teşebbüsü ile 25 tarafsız ve bağlantısız ülkenin katılması ile 1961’de Belgrat’ta bir konferans
toplandı. Konferansın sonunda 27 maddelik bir bildiri yayımlandı.
Bildiride;
Her türlü
sömürgeciliğe karşı gelinmesi,
Sömürgelerin
bağımsızlık hareketlerinin desteklenmesi,
Irkçılığın yasaklanması,
Filistin Arap halkının
tüm haklarının tanınması,
Yabancı üslerin kaldırılması,
Silahsızlanma ve
Bütün nükleer silahların yasaklanması kabul edildi.
Not: 1960 yılından
itibaren Soğuk Savaş yerini Yumuşama (Detant)
Dönemi’ne bıraktı. Doğu ve Batı Bloklarının
yakınlaşmasını sağladı.
Yumuşama Dönemi’ne
geçişte; Yugoslavya ve Çin’in SSCB ile ters düşmesi ile ABD-SSCB
arasında 1962’de meydana gelen Küba Krizi etkili oldu.
1972’de SALT I ve 1979’da SALT II Antlaşmalarının imzalanmasıyla ABD ve SSCB nükleer silahlarını azaltma
girişimlerinde bulundular.
Blokların
birbirlerinin varlıklarına saygı göstereceklerini taahhüt ettikleri Helsinki
Sözleşmesi’ni imzaladılar.
Arap-İsrail
Savaşları
Filistin toprakları üzerinde 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla Orta Doğu’da başlayan gerginlik, uzun soluklu
savaş dönemini başlatmıştır. Bu gelişmeler sonrasında Birleşmiş Milletler
bu konuya müdahil olmuştur.
Filistin’in Yahudiler ve Araplar arasında bölüşülmesini öngören Birleşmiş Milletler kararını önlemek için
Araplar 1948’de savaşa gitme kararı aldılar.
Arapların
yenilgisiyle biten 1948’deki ilk Arap-İsrail Savaşı sorunları çözmedi
ve hatta derinleştirdi.
Not:
Mısır ve İsrail arasında 1978’de imzalanan Camp David (Kemp Deyvid) Antlaşması’na kadar İsrail ile Arap
devletleri arasında 1948, 1956, 1967 ve 1973 yılında dört önemli
savaş yaşandı.
Süveyş Bunalımı (1956)
Hür Subaylar
tarafından gerçekleştirilen askerî darbeden sonra Mısır devlet
başkanlığını 1952’de ele geçiren Albay Abdünnasır,
Süveyş Kanalı’nı millîleştirdi ve İngiltere’nin Mısırdan
tamamen çekilmesini istedi. Bu gelişme üzerine İngiltere,
Fransa ve İsrail aralarında anlaşmışlardır.
İsrail,
Mısır’ın Ürdün ve Suriye ile yaptığı askerî ittifakın kendisini
tehdit ettiğini bahane ederek Mısır’a saldırdı. İngiliz ve Fransız
birlikleri de Süveyş Kanalı’nı işgal etti.
SSCB ve ABD’nin
bu harekatı desteklememesi ve tepki göstermesi üzerine
Birleşmiş Milletler tarafından alınan bir kararla İsrail, İngiltere ve Fransa’nın işgal ettiği Mısır topraklarından çekilmesi
istenmiştir. Bu
gelişme üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail işgal ettikleri Mısır
topraklarından çekildiler.
Bu
savaş sonucunda Orta Doğu’da siyasi dengeler değişti. İngiltere ve
Fransa Ortadoğu’daki nüfuzlarını kaybetti. ABD ve SSCB’nin
Ortadoğu’da etkisi arttı.
Mısır Devlet
Başkanı Cemal Abdünnasır’ın da Arap dünyasındaki siyasi gücü arttı.
Altı Gün
Savaşı (1967)
Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır, 1948 ve 1956 Arap-İsrail Savaşlarındaki yenilgileri telafi etmek için yeni bir
savaş hazırlığına girmiş ve İsrail’e
karşı Suriye, Ürdün ve Irak ile askerî bir ittifak kurmuştur.
1967’de Filistinli direnişçi grupların Suriye üzerinden İsrail topraklarına saldırması Arap
Devletleri ile İsrail
arasında yeni bir savaşı ateşledi.
Arap devletleri çok kısa bir sürede İsrail karşısında ağır bozguna uğramışlardır.
Bu savaş “Altı Gün Savaşı” diye bilinir.
İsrail, 1967
Arap-İsrail Savaşı sonunda Mısır’a ait Sina Yarımadası’nı, Suriye’ye
ait Golan Tepeleri’ni, Ürdün’e ait Batı Şeria bölgesini ve Doğu
Kudüs’ü işgal ederek sınırlarını dört kat genişletmiştir.
Not:
Bu savaş sonucu Yahudiler yaklaşık iki bin yıl sonra ilk defa
Kudüs’ün tamamına egemen hâle geldiler.
Yom Kippur
Savaşı (1973)
1967’deki
Arap-İsrail savaşının bir devamı
olan Yom Kippur Savaşı 1973’te meydana gelmiştir. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ağır yenilgiye uğrayan Mısır, Suriye ve Ürdün kaybettikleri toprakları geri almak için
yeniden savaş hazırlıklarına başladı.
1970-1973 yılları arasında İsrail ve Mısır sınırında yaşanan bölgesel çatışmalar,
Araplar ile İsrail arasında topyekûn bir savaşa dönüştü.
İki taraf, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyinin çatışmayı durdurma çağrısını dikkate
alarak 1973 Arap-İsrail savaşını sonlandırdılar. 1974’te kesin ateşkes
sağlandı. İsrail’in Mısır ve Suriye sınırına Birleşmiş Milletler
Barış Gücü askerlerinin yerleştirilmesi kabul edildi.
1973 Arap-İsrail savaşı sonunda Arap ülkeleri, İsrail’i destekleyen Batı ülkelerine karşı petrol fiyatlarını bir siyasi
güç olarak kullanma kararı aldı.
1970’te varili 1,80 dolar olan ham petrol fiyatı, 1973’te 34 dolara kadar
yükseldi. Böylece küresel ölçekte bir petrol krizi ortaya çıktı.
Camp David (Kemp
Deyvid) Antlaşması (1878)
Filistin
topraklarında İsrail
Devletinin kurulmasının ardından başlayan Arap-İsrail savaşları, 1978’de İsrail ile Mısır arasında
imzalanan Camp David Antlaşması ile yeni bir sürece girdi. ABD, Mısır
ile İsrail arasında barış sağlanması için arabuluculuk yaptı.
Antlaşmaya
göre İsrail, Sina Yarımadası’nı Mısır’a geri verecek, Mısır
da İsrail’in siyasi varlığını tanıyacaktı. Bu
antlaşmayla İsrail’in siyasi varlığını, bir Arap devleti ilk kez resmen
kabul etti. ABD, Camp David Antlaşmasıyla Mısır ve Ürdün’de
etkisini artırdı.
Bu
Antlaşmayı imzalayan Mısır’ın yeni devlet başkanı Enver Sedat, SSCB
ile iş birliğinden vazgeçip ABD’ye yaklaşma kararı aldı.
Camp David
Antlaşmasına şiddetle karşı çıkan Arap devletleri (Suriye, Irak, Libya, Güney Yemen ve Cezayir) “Red
Cephesi” kurarak SSCB’ye yaklaştı.
İran-Irak
Savaşı
Basra Körfezi üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi, Şattülarap suyolu meselesi, dinî ve
etnik anlaşmazlıklar Irak ile İran’ı karşı karşıya
getirmiştir. 1975’te imzalanan Cezayir Antlaşması’yla iki devlet arasındaki
sorunlar kısa bir süreliğine çözüldü.
İran’da Şah
Rejimi’nin yıkılması ve dinî lider Ayetullah Humeynî’nin
önderliğinde 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulması bu Irak
ile İran arasındaki dengeyi bozdu ve ilişkiler
tekrar gerginleşti.
Irak’ın devlet başkanı Saddam
Hüseyin, İran’ın ülkesindeki Şiî Müslümanları isyana
teşvik ettiği gerekçesiyle 22 Eylül 1980’de İran’a sürpriz bir
saldırı başlattı.
Not: Saddam
Hüseyin’in asıl amacı; İran’da gerçekleşen devrim
sonrası zayıflayan İran ordusunun durumundan yararlanarak Şattülarap
suyolunun denetimini ele geçirmekti.
1980-1988 yılları
arasında 8 yıl süren savaşta İki taraf
birbirine üstünlük sağlayamadı. Bu Savaşta
SSCB İran’ı desteklemiş, ABD ve İngiltere ise
Irak’ı desteklemişlerdir. Birleşmiş Milletlerin ara buluculuğu ile
1988’de savaş sona erdi.
1960 SONRASI TÜRK
DIŞ POLİTİKASINI ETKİLEYEN GELİŞMELER
Türkiye ve Yunanistan arasında;
Kıbrıs Sorunu,
Ege Adalarının silahlandırılması,
Kıta Sahanlığı Sorunu,
Batı Trakya Türk Azınlık Sorunu yer almaktadır.
Türkiye ve Ermenistan
arasında;
Ermeni
örgütlerin terör olayları yer almaktadır
Kıbrıs
Sorunu ve Kıbrıs Barış Harekâtı Kıbrıs Sorunu’nun Ortaya Çıkması
Kıbrıs Adası, II.
Selim Dönemi’nde 1571 yılında Türk egemenliğine girdi. 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı’ndan sonra Osmanlı egemenliğindeki Kıbrıs Adası İngiltere
tarafından işgal edildi.
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile İngiltere’nin rakip taraflarda yer alması üzerine İngiltere,
Kıbrıs Ada’sını imparatorluğuna kattığını ilan etti. 1923
Lozan Barış Antlaşması ile Kıbrıs Adası’nda resmen İngiliz
egemenliğini dönemi başladı.
Yunanistan 1951’de
adanın kendi yönetimine bırakılması için İngiltere’ye başvurdu fakat
olumsuz cevap aldı.
1954’te Birleşmiş Milletlere başvurarak Kıbrıs’ın kendi kaderini belirlemesi için adada halk oylaması
yapılmasını talep etti.
Yunanistan’ın amacı,
halk oylamasıyla adanın çoğunluğunu oluşturan Rumlar sayesinde Kıbrıs’ın
kendisine bağlanmasını sağlamaktı. Yunanistan’ın bu girişimi de
Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmedi.
Yunanistan’ın bu
girişimleri neticesinde Türkiye’nin de Kıbrıs Sorunu ile ilgilenme
sürecini başlattı. 1954’ten itibaren Kıbrıs, Türkiye’nin
dış politikasının en önemli meselesi hâline geldi.
Kıbrıslı Rumlar, EOKA
adlı bir terör örgütünü kurdular. EOKA’nın amacı İngilizlere ve
Türklere karşı şiddet kullanarak adayı İngilizlerden ve Türklerden
temizleyerek Kıbrıs’ı Yunanistan’a katmaktı. Rumlar bu
düşünceye “enosis” adını veriyorlardı.
EOKA adlı terör örgütünün saldırılarının artırması ve Kıbrıs adasındaki olayların bunalıma dönüştü.
Bunun üzerine İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs
sorununu çözmek amacıyla 1955’te Londra Konferansı’nda bir araya geldi;
fakat bir sonuç çıkmadı. Üç devletin de Kıbrıs adası ile
ilgili çözüm önerisinin farklı olması nedeniyle Diplomasi
masasında bu sorun çözülemezken Kıbrıs adasındaki olaylar tırmandı. Rum
terör örgütü EOKA,Türk köylerinde katliamlar yapmaya başladı.
Türkiye,
adanın Türk ve Rum toplumları arasında
bölüşülmesini önerdi.(1956) Türkiye’nin bu önerisine İngiltere
ve Yunanistan sıcak bakmadı. Kıbrıs’ta diplomatik çözümsüzlük
sürdükçe Rumların, Türk toplumu üzerindeki baskı ve şiddeti arttı.
Kıbrıslı Türkler, EOKA terörüne karşı kendilerini savunmak
amacıyla
1957’de Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdu.
1958’de İngiltere
tarafından Mac Millan (Mak Milen) Planı ortaya atıldı. Bu plana göre
adada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın iş birliğine
dayalı üçlü bir yönetimin kurulması öngörülmüştür.
Kıbrıs
konusunda, NATO’nun iki üye ülkesi (Yunanistan-Türkiye) arasındaki
siyasi gerilimin NATO’ya zarar verdiğini
düşünen ABD, duruma müdahale etti.
1959’da Türkiye ve
Yunanistan arasında Zürih’te başlayan görüşmelerde Kıbrıs adasının bağımsız bir
devlet olması fikri kabul edildi. 11 Şubat 1959’da imzalanan
Zürih Antlaşması’yla Kıbrıs’ın bağımsızlığı resmîleşti. Zürih
Antlaşması’yla adanın bağımsızlığının kabul edilmesi adayı elinde
tutan İngiltere’ye sunuldu. 1960’ta İngiltere, Türkiye
ve Yunanistan’ın imzaladığı Londra Antlaşması’yla Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci resmen başladı.
Böylece
ne Yunanistan’ın enosis fikri ne de Türkiye’nin taksim fikri
benimsenmiş oldu. Durum her iki taraf için de
başarı olarak gösterildi.
Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rum toplumlarının yanı sıra, garantör devletler olan Türkiye ve Yunanistan da aynı
hukuki haklara kavuşmuş oluyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması, Kıbrıs Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ve uluslararası antlaşmalar adada
yaşanan sorunları bitirmedi.
Antlaşmalarla
Türklere tanınan hakların verilmesini geciktiren Rumlar, enosis fikrini
hayata geçirmek için Akritas Planı adı verilen bir proje hazırladılar.
Rumların planına göre anayasada yapılmak istenilen değişiklikler, Tabi
ki Türkiye ve adadaki Türk toplumu tarafından
reddedildi. Bu da Rumlar ve Türkler arasında gerginliğin artmasına neden oldu.
Bu gerginlik sonunda
Rumlar, Akritas Planı gereğince genel saldırıya geçti ve pek çok
Türk’ü vahşice katlettiler. Yaşanan bu cinayetlere ve
katliama Kanlı Noel adı verildi. Kanlı Noel olaylarının yaşanması ve
adadaki Türklerin katledilmesine Türkiye sert tepki gösterdi. Türk
savaş uçakları Rumları ihtar etmek için Kıbrıs üzerinde
uçmaya başladı.
Not:
Hava harekâtı sırasında ada üzerinde uçuş görevinin
komutanı Yüzbaşı Cengiz Topel’in uçağı, Rumlar tarafından düşürüldü.
Esir düşen Yüzbaşı Cengiz Topel daha sonra Rumların işkencesi
sonucu şehit oldu.
Kıbrıs’taki Türk
alayı garnizondan çıkarak Türkleri korumak için Lefkoşa’nın Türk
mahallelerine yerleşti.
Olayları sakinleştirmek amacıyla Lefkoşa’nın Rum ve Türk tarafını birbirinden ayırmak için İngiltere tarafından Yeşil Hat
adı verilen bir sınır çizildi.
Türkiye, garantör
olarak müdahale edeceğini duyurdu. Türkiye’nin bu
tutumu Yunanistan ile olan ilişkileri gerginleştirdi.
ABD
Başkanı Johnson (Cansın), Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup
yazarak Türkiye’nin müdahale fikrinden vazgeçmesini ve bu durumun endişe verici
olduğunu söyledi.
Türkiye’nin kararlı
tavrı ile 1964’te Rum saldırıları azaldı; fakat 1967’den itibaren Ada’da
tekrar tansiyon yükseldi.
Yunanistan, Kıbrıs’a
çok sayıda asker gönderdi. Yunanistan’ın desteği ile
silahlandırılan Rum Millî Muhafız Teşkilatı, Türklere
karşı sistematik bir katliama başladı.
Bu saldırılar ve
katliam girişimleri neticesinde Türk
savaş uçakları tekrar Ada üzerinde uçuşlara başladı.
Uluslararası toplumun da tepki göstermesi üzerine Rumlar
saldırıları tekrar durdurdu.
Kıbrıs’taki Türk
toplumu, 1967’de Dr. Fazıl Küçük önderliğinde Kıbrıs Geçici Türk
Yönetimi’ni kurdu. 1971’de geçici ifadesi kaldırılarak oluşum Kıbrıs Türk
Yönetimi’ne dönüştü.
Kıbrıs
Barış Harekâtı “Ayşe Tatile Çıktı”
Yunanistan’a bağlı subaylar
15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta bir darbe yaptı. Kıbrıs’taki Rum
kesiminin Cumhurbaşkanı Makarios’u deviren Subaylar, EOKA
yanlısını Nikos Samson’u Cumhurbaşkanlığına getirmişler ve Kıbrıs Elen
Cumhuriyeti’ni ilan etmişler. Yunan Darbecilerin,
Kıbrıs Anayasası’na aykırı olarak Kıbrıs Elen
Cumhuriyeti’ni ilan etmesine Türkiye sert tepki göstermiştir.
Türk Silahlı
Kuvvetleri, 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta barışı ve anayasal
düzeni yeniden sağlamak için
Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Kıbrıs
Barış Harekâtı “Ayşe Tatile Çıktı” parolasıyla başlamıştır.
Birleşmiş Milletler
taraflara ateşkes çağrısında bulundu. 25 Temmuz 1974’te
taraflar Cenevre Konferansı’nda toplandı. Konferansın sonuçsuz kalması
üzerine Türkiye 14 Ağustos 1974’te İkinci
Barış Harekâtı’na başladı.
İkinci Barış Harekâtı ile Lefke-Lefkoşa-Magusa hattı çizildi ve adanın üçte biri Türk kontrolüne geçince harekât
sona erdi.
Kıbrıs
Barış Harekâtı sonunda Ada’daki Türk toplumu, 13 Şubat 1975’te
Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurdu.
Rumlar, Kıbrıs
Sorunu’nu 1983’te Birleşmiş Milletlere taşıdılar. BM Genel Kurulu 13
Mayıs 1983’te; Küba, Yugoslavya, Cezayir, Mali, Hindistan,
Guyana ve Sri Lanka’nın oylarıyla Rum tasarısını kabul etti ve Türk tarafının
siyasal oluşumunu tanımadı. Rumların Tasarısı; Türkiye,
Pakistan, Malezya, Somali ve Bangladeş tarafından
reddedildi. ABD ve İngiltere oylamada çekimser kaldı.
BM Genel Kurulunun bu yanlı kararından sonra Kıbrıs Türk toplumu Türkiye’nin desteğiyle 15 Kasım 1983’te
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurarak bağımsızlığını ilan etti
Kıbrıs Türklerinin bağımsızlık kararı Kıbrıs sorununda yeni bir dönemin
başlamasına yol açtı.
Türk-Yunan İlişkileri
Ege Adaları Sorunu
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine yol açan meselelerden biri de Ege Adalarının
silahlandırılmasıdır.
Yunanistan 1829’da
Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsız olduğunda bu adalardan bir
kısmını ele geçirmişti.
Balkan Savaşları’ndan sonra imzalanan 1913 tarihli Londra Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin elindeki Gökçeada,
Bozcaada; İtalya’nın elindeki On İki Ada dışında Ege
Adalarının geleceği büyük devletlerin kararına bırakıldı.
Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra Türkiye ve İtilaf Devletleri arasında yapılan Lozan Barış Antlaşması’nda,
Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’ye bırakıldı.
On İki Ada ise İtalya’da kaldı.
Lozan
Barış Antlaşması’na göre Anadolu Yarımadası’na yakın adaların
silahtan arındırılmış olması gerekiyordu.
II. Dünya Savaşı sırasında 1947 Paris Antlaşması’yla İtalya, askerî üsler kurmamak ve silah yığınağı yapmamak
kaydıyla On İki Ada’yı Yunanistan’a bıraktı.
Böylece Yunanistan, yerleştiği Ege Adaları aracılığıyla
Batı Anadolu kıyılarına kadar sokuldu.
On İki Ada’yı elde eden Yunanistan, özellikle 1963 Kıbrıs Bunalımı’ndan sonra, Lozan ve Paris Antlaşmaları’na
aykırı olarak Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırmaya başladı.
Ege Denizi’ni bir Yunan denizi hâline getirmek istemesi, Türkiye
tarafından sert tepkiyle karşılandı.
Kıta
Sahanlığı Sorunu
Kıta
Sahanlığı Sorunu Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde önemli
bir yer tutar.
1973’te Türkiye’nin Ege Denizi açıklarında petrol aramak üzere Türkiye Petrolleri Anonim Şirketine arama ruhsatı
vermesiyle başladı.
Yunanistan, söz
konusu bölgenin Yunan karasularına ait olduğunu ve Türkiye’nin bu
konuda ruhsat vermeye yetkisi olmadığını iddia etti.
Türkiye ise coğrafi olarak Anadolu’nun doğal uzantısının Ege Denizi’nin altından ruhsat verilen bölgelere
kadar uzandığını, buraların kendi kıta sahanlığı içerisinde yer
aldığını savundu.
Türkiye
ve Yunanistan’ın konuya yaklaşımları farklı olduğundan
sorun çözülemedi.
Türkiye, meselenin
çözümünde müzakereleri öne çıkarırken, Yunanistan konuyu uluslararası
platformlara taşıyarak çözmek istedi.
1976’da Sismik-I adlı Türk araştırma gemisinin Ege Denizi’ne savaş gemileri korumasında açılması, Türkiye
ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getirdi ancak iki taraf da
temkinli davrandı.
Yunanistan’ın kıta
sahanlığı sorununu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ve
ardından Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na
taşıması sonuçsuz kaldı.
İki taraf arasında
yapılan müzakerelerden de bir sonuç çıkmadı.
Batı Trakya Türk
Azınlık Sorunu
Batı
Trakya, Trakya Bölgesi’nin günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde
kalan batı kısmıdır.
Bölge I. Balkan Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti’nin Midye-Enez hattının batısından çekilmesiyle Türk
egemenliğinden çıkarak Bulgaristan hâkimiyetine girdi.
II. Balkan Savaşı sırasında Türk birlikleri Edirne’yi geri almalarına rağmen Meriç Nehri’nin batısına
ilerleyemediğinden Batı Trakya düşman
işgalinden kurtarılamadı. İstanbul Antlaşması’nın imzalanmasıyla
Batı Trakya resmen Bulgaristan’a bırakıldı.
I. Dünya Savaşı’nda
Batı Trakya, Fransızlar tarafından işgal edildi. Mondros Ateşkes Anlaşması sonrası başlayan işgaller sonrası 1919’da kurulan Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i
Osmaniye Cemiyeti “Trakya Cumhuriyeti”ni kurmayı amaçladı.
1920 yılında bölgenin Yunanlılar tarafından işgal edilmesiyle Batı Trakya Türklerinin de kendi kaderlerini
belirlemesi planı gerçekleşemedi.
Misak-ı Millî’nin
üçüncü maddesinde özel olarak Batı Trakya’da halk oylamasına
başvurulması istendi. Yunanistan Türkiye’nin bölgeyi 1913’te
kaybettiğini ve burada söz hakkı olmadığını savundu.
Batı Trakya, Lozan
Barış Konferansı’nda Yunanistan’a bırakılmak
zorunda kalındı.
Lozan Barış Antlaşması’nda hem Türkiye hem de Yunanistan azınlıklar için birtakım kültürel haklar tanımışlardır.
Yunanistan verdiği taahhütlere rağmen Batı Trakya Türklerini sistemli bir şekilde asimilasyona tabi tutma ve
yıldırarak göç ettirme politikası izlemiştir.
Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığının durumu uluslararası alanda imzalanan antlaşmaların verdiği hukuki haklar
doğrultusunda Türkiye’nin önemli bir dış politika sorunu haline dönüşmüştür.
Ermenilerin
Faaliyetleri ve ASALA Terör Örgütü
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması’nda, Ermeni sorunu Batılı devletlerin desteği
ile gündeme geldi.
Osmanlı topraklarında faaliyete başlayan Hınçak
ve Taşnak Cemiyeti gibi halkı silahlı ayaklanmaya sevk eden terör
örgütleri, 19. yüzyıldan başlayarak Osmanlı topraklarında şiddetin
artmasına neden oldu.
I. Dünya
Savaşı sırasında Ermeni çetelerinin Rus ordusu saflarında
savaşmaları ve cephe gerisinde Türk köylerine
saldırmaları üzerine Osmanlı Devleti, Tehcir Kanunu ile 1915’te Ermenileri, Suriye bölgesine zorunlu göçe tabi tuttu.
Millî Mücadele sırasında Ermeni çetelerinin Doğu Anadolu’daki saldırgan faaliyetlerini Kazım Karabekir
Paşa komutasındaki 15. Kolordu karşı koydu.
1920’de Doğu Cephesi
komutanı olarak atanan Kazım Karabekir Paşa, Kars ve
Ardahan’ı Ermenilerden geri aldı.
1920’de TBMM Hükûmeti ve Ermenistan arasında imzalanan Gümrü Antlaşması’yla Ermenilerin yıkıcı faaliyetleri
son buldu.
Gümrü Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 1965’e kadar Türk-Ermeni ilişkileri sakin bir dönem geçirdi.
Ermeni lobisinin kışkırtması ve Batılı devletlerin desteğiyle Türklere karşı Ermeni şiddeti yeniden canlandı.
Bu dönemde isminden en çok söz ettiren ve Ermeni terörü ile eş anlamda kullanılan “Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin
Ermeni Gizli Ordusu” isimli
terör örgütü “ASALA” etkili oldu.
ASALA terör örgütü yurt dışındaki Türk temsilcilik ve kuruluşlarına, Türk diplomat ve büyükelçilik görevlilerine
yönelik silahlı saldırılar düzenlemeye
başladı. ASALA’nın başlattığı terör, kısa zamanda hızla
arttı ve yoğunluk kazandı.
ASALA terörü, 1973’te Mıgırdiç Yanıkyan adlı bir Ermeni’nin Türkiye’nin Los Angeles Büyük Elçisi Mehmet
Baydar ve Konsolos Bahadır Demir’i şehit etmesiyle eylemlerine başladı 1973-1984
yılları arasında birçok Türk diplomat ve
temsilciler şehit edildi.
Ermeni terör örgütü ASALA,
Türkiye’de de 7 Ağustos 1982 tarihinde Esenboğa
Havalimanı saldırısı ile
eylemler yaptı.15 Temmuz 1983’te Paris’in Orly Havaalanı’ndaki Eylemi ile Avrupa’daki desteğini
kaybetti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle mücadele konusundaki kararlı tutumu sayesinde 1994’ten sonra örgüt etkisini
tamamen yitirdi.
Ermeni meselesi konusunda Türkiye’yi soykırım yapan bir ülke olarak tanıması için Ermeni diasporası ABD’li
yöneticileri ikna etmeye çalışmışlardır.
Soğuk Savaş yıllarından itibaren Türkiye ile stratejik ortak olan ABD ise hem Türkiye’nin müttefikliğini hem de
Ermeni lobisinin desteğini kaybetmekten kaçınmaktadır. ABD, Her yıl 24 Nisan yıl dönümlerinde “soykırım” kelimesi yerine “katliam, trajedi” gibi kelimeler kullanarak Türk ve
Ermeni taraflarını dengeleme yoluna gitmiştir.
Avrupa’da ise Ermeni
diasporasının etkisi ABD’de olduğu kadar güçlü değildir. Ermeni
meselesinde Türkiye’ye karşı daha olumsuz bir tavır
takınan ülke Fransa’dır.
1972-1984 yılları
arasında ASALA’nın işlediği cinayetleri Fransa’da gerçekleştirmesine rağmen,
Fransa’nın gerekli tepkiyi göstermemiş olması Türkiye-Fransa
ilişkilerini germiştir. Fransa, Avrupa Birliğine kabul edilme
sürecinde Türkiye aleyhine bir tutum içerisine girmiştir.
Ermenilerin yoğun
olarak yaşadığı bir diğer ülke de Rusya’dır. Rusya, ise
Türkiye-Rusya ilişkilerinde Ermenistan lehinde tutum sergilemektedir. Rus
Duması (Meclisi) iki kez, 1995 ve 2005 yıllarında, Ermeni soykırımı iddialarını
kabul eden kararlar almıştır.
Ermeni diasporasının yürüttüğü lobi faaliyetleri sonucu Ermeni meselesi, Türkiye’ye karşı siyasal bir koz olarak
kullanılır hâle gelmiştir. Türkiye, sorunun çözümünün siyasi olmadığını,
tarihî bir mesele olduğunu savunmaktadır.
1960 SONRASI
TÜRKİYE’DE YAŞANAN SİYASİ, EKONOMİK VE SOSYAL GELİŞMELER
Askerî
Darbeler
Yakın tarihte pek çok kez yaşanan Askerî
darbeler Türk demokrasisinin gelişimine zarar verdi.
Türkiye’de iktidarın seçimle değil, kuvvet yoluyla el değiştirmesi amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri içinde
kurulan bir cunta antidemokratik ve hukuka aykırı bir uygulamayla 27 Mayıs
1960’ta yönetime el koydu.
Askeri Darbe
sonrasında Demokrat Parti kapatıldı. Demokrat Parti yöneticileri Yassıada’da kurulan
bir mahkemeyle yargılandı.
Mahkeme sonucunda Başbakan Adnan Menderes, bakanlardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildiler.
1960 darbesini 1971
Askerî Muhtırası takip etti. 12 Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve dört
kuvvet komutanının imzaladıkları bir muhtıra ile ortaya çıkan darbe,
Türk siyasi tarihinde 12 Mart Muhtırası olarak adlandırıldı.
Not:
27 Mayıs Askerî Darbesi’nden farklı olarak bu sefer yönetime el konulmadı ve
parlamento kapatılmadı. Fakat askerî komuta heyeti, antidemokratik bir
yöntemle, hükûmeti ve Meclis’i muhtıradaki şartları yerine
getirilmediği takdirde TBMM’yi kapatacaklarını söyleyerek
tehdit etti. Muhtıradaki ilk istek, görevdeki hükûmetin
istifa etmesiydi. Seçimle göreve gelmiş olan Adalet Partisi Hükûmeti ve Başbakan Süleyman Demirel bu isteğe boyun eğmek
zorunda kalarak istifa etti. Böylece adı “ara rejim‟ olarak konulan
12 Mart Dönemi başladı
1970’lerin ikinci
yarısından itibaren Türkiye’de siyasi gerilim sokaklara taştı. Görev
başına gelen hükûmetler genelde kısa süreli koalisyon hükûmetleri
olduğundan ülkede yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlara köklü çözümler
getiremediler. Artan politik gerilim ve ekonomik darboğaz bir kargaşa
ortamı yarattı. Bu durumu gerekçe gösteren Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesi demokrasi dışı bir yöntemle 12 Eylül
1980’de mevcut hükûmete askerî darbe yaptı.
Not:
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde seçilmiş olan
yönetime karşı yapılan üçüncü antidemokratik müdahale
oldu.
12 Eylül askerî yönetimi tarafından hükûmet görevden alındı, TBMM lağvedildi, partiler kapatıldı ve anayasa
tamamen rafa kaldırıldı.
Siyasi parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı ve siyasetle ilgilenmeleri
yasaklandı. Türkiye siyasetinin ve ekonomisinin baskı altında yeniden
yapılandırıldığı bir dönem başladı. Yaşananlar Türkiye’nin
demokratikleşmesinin önünde yeni bir engel oluşturdu.
1961
ve 1982 Anayasaları
Türk tarihinde 1876
Kanun-ı Esasi ile başlayan anayasa deneyimi, Cumhuriyet Dönemi’nde
millî egemenliğe dayalı bir devletin kurulmasıyla daha
da güçlenmişti.
Osmanlı Dönemi’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte her anayasa, yazıldığı dönemin siyasi ve sosyal
ihtiyaçlarına göre şekillendi.
1921 Anayasası, Millî
Mücadele Dönemi’nin ihtiyaçlarını yansıtan daha genel bir metindi.
1924 Anayasası ise
yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinin yapılandırılmasını hedefliyordu.
27 Mayıs 1960’da iktidardaki Demokrat Partinin askerî bir darbe ile devrilmesi, millî iradenin demokratik olmayan
bir biçimde engellenmesiydi.
Bu bakımdan Türk demokrasisi açısından olumsuz bir gelişmeydi. Bu süreçten sonra Türk demokrasi tarihinde yer
alan 1961 ve 1982 Anayasaları aynı olumsuz şartların oluşturduğu anayasa metinleriydi.
1961 ve 1982
Anayasalarının benzer yönleri şunlardı:
Her iki anayasa da
askerî darbe ile oluşturulmuştur.
Her iki anayasa da
yürürlüğe girmeden önce halkoyuna sunulmuştur.
Her iki anayasa da bir askerî, bir sivil kanadın oluşturduğu kurallar aracılığıyla yapılmıştır.
1961 ve 1982 Anayasaları Bu
yapı farklılıkları şunlardır:
1961 Anayasası ile
temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması, yargısal denetime tabii kılınarak
önemli bir gelişme sağlanmıştır. Oysa 1982 Anayasası ile devlet
otoritesinin ağırlığı artmıştır. Kamu yararının, kişilerin
yararından önce geldiği düşüncesi ve toplumsal kaygılar sebebiyle hak ve
hürriyetlerde sınırlamalara gidilmiştir.
1961 Anayasası’na göre devletin temel görevi, sosyal devlet görevini yerine getirmekti. 1982 Anayasası ise güçlü
devlet, otoriter idare kavramlarını ön plana çıkarmıştır.
1961 Anayasası’na göre 1982 Anayasası, yürütmede cumhurbaşkanının ve başbakanın yetkilerini daha çok
güçlendirmiştir.
1961 Anayasası’nda
yasama yetkisi, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olarak iki meclis
arasında bölüşülmüştür. Parlamenter sistem uygulanmış ama iki meclis
sistemi getirilmiştir. 1982 Anayasası’nda ise Cumhuriyet
Senatosu kaldırılmıştır.
1961 Anayasası’nda
çoğulcu bir yapı oluşturulmuş, siyasi partiler güvenceli bir hukuki
statüye kavuşturulmuştur. Genel idare içinde özerk yönetimle, kendi
kendilerini yönetme yetkisine sahip kuruluşların yapılanmasına izin
verilmiştir. 1982 Anayasası’ndaysa siyasi partiler, dernekler, kamu kuruluşlarına getirilen yasaklarla daha az katılımcı
demokrasi anlayışı benimsenmiştir. Özerk yönetimle, kendi kendilerini
yönetme yetkisine sahip kuruluşların yapılanmasına izin verilmemiştir.
1961 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliğini tanımlanırken kullanılan “insan haklarına dayalı” ifadesinin
yerine 1982 Anayasası’nda “insan haklarına saygılı” ifadesi kullanılmıştır.
Not:
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’na göre daha ayrıntılı maddeler içermektedir ve hükümler detaylandırılmıştır.
Göçler
ve Sosyal Hayat
Türkiye’de 1960
sonrasında sosyal hayattaki değişiminin en başta gelen unsuru yaşanan
iç göçlerdi. Köyden kente doğru yaşanan bu göçler, hem kent
hayatını hem de köy hayatını derinden etkiledi.
İç göçlerin
yaşanmasına etki eden başlıca unsurlar şunlardır :
Hızlı
nüfus artışı, Köylerde toprakların kalabalıklaşan nüfusa yetmemesi,
Modern tarım yöntemlerinin gelişmesiyle köylerde iş gücüne duyulan
ihtiyacın azalması, Köylerde yaşayanların kentlerdeki
gelişmiş eğitim, sağlık ve kamu hizmetlerinden yararlanmak istemesi,
Gelişen ulaşım ağının, köy nüfusunun kentlere hareketini kolaylaştırması.
İç göçlerin
sonuçları :
Göç veren yerlerde
tarım alanları boş kaldı, tarımsal üretim azaldı, hayvancılık
geri kaldı.
Göç alan kentlerde normalin üstündeki nüfus artışı; çevre kirliliği, gecekondulaşma ve çarpık kentleşme, eğitim,
sağlık ve altyapı hizmetlerinin yetersiz kalması ve suç oranının
artması sorunlarını getirdi.
1960’lı yıllarda
Türkiye’de aşırı uç politik eğilimler ortaya çıktı. 68
kuşağı olarak adlandırılan gençlik hareketleri bu durumun en
somut örneği oldu.
Kent nüfusunun
artmasıyla doğru orantılı olarak işçi sayısının da artması,
sendikal faaliyetlerin yoğunlaşmasını beraberinde getirdi.
Özellikle 1960’lı
yıllardan itibaren edebiyatta toplumculuk
yaklaşımı etkisini gösterdi.
1970’lerden itibaren
toplumdaki politikleşmenin hızlanması, çarpık kentleşmenin
meydana çıkardığı sorunlar ve işsizliğe bağlı dış göç,
edebiyatın başlıca konularını oluşturdu.
Türk sinemasının
gelişme göstermesiyle ilk kez 1964’te Antalya Film Festivali
düzenlenmeye başlandı.
1970’lerden itibaren sinemada teknik gelişmeler yaşansa da televizyonun Türk toplum yaşamına girmesiyle, sinema
ikinci plana itildi.
Kente göç eden ama kentte aradıklarını bulamayan kesimler “arabesk” adı verilen yeni bir müzik anlayışını ortaya
çıkardı.
1960’ların sonunda Batı’da ortaya çıkan Rock’n Roll müzik anlayışı ve yerli folklorun birleştirilmesiyle “Anadolu
Rock” adı altında yeni bir müzik tarzı da oluştu.
Türkiye’de köyden kente göç zaman içerisinde sanayileşmiş ülkelerin insan gücüne dayalı ihtiyaçları karşılamak
amacı ile dış göçü gündeme getirdi. Almanya başta
olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleriyle Libya ve
Suudi Arabistan gibi Orta Doğu ülkeleri
göç aldı. Yurt dışı göçlerinin başını çeken Almanya’ya
yapılan göçler, 1958’de başladı, 1960’lı yıllarda hızlandı. Almanya,
Türkiye’den işçi talep eden ilk ülke oldu. Yurt dışına olan
göçler 1974’e kadar artarak devam etti.
Not:
1961-1986 yılları arasında 1.3 milyon Türkiye vatandaşı Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine
çalışmak için göç etti.
Millî değerlere
yabancılaşma ve kültürel yozlaşma, sosyal açıdan önemli bir
kayıp oluşturdu.
Yurt dışındaki
Türk işçilerinin Türkiye ekonomisine katkıları olumlu oldu.
Türkiye’den
sanayileşmiş ülkelere yapılan bir başka göç hareketi de beyin
göçü oldu.
Doktor, mühendis, ekonomist, sanatçı vb. çeşitli mesleklerde iyi yetişmiş, yetenekli ve başarılı insanların yurt dışına
göç etmesi Türkiye için büyük kayıp oldu.
Ekonomide
Yaşanan Gelişmeler
Türkiye’nin 1950-1960
yılları arasındaki ekonomi politikası, devletçi ekonomik politikadan liberal
ekonomik politikaya geçiş yaşanmıştır.
II. Dünya
Savaşı sonrasında çok partili demokratik düzene geçildi.
Çok partili hayata geçişle birlikte demokrasi kavramının geniş kitleler tarafından sahiplenilmesi, ekonomik sonuçları
olan büyük değişmelere yol açtı.
Ekonomik ve siyasi
alanda liberalizmi savunan Demokrat Partinin amacı hızlı büyüme oldu.
Demokrat Parti Dönemi’nde devletin ekonomideki yeri küçültülerek kamu
yatırımları ve özel girişimler geliştirilmeye çalışıldı.
1950’de iktidar olan
Demokrat Parti Dönemi’nde dışa kapalı ve korumacı iktisat
politikaları hızla terk edildi. Serbest dış ticaret rejimi
benimsenerek ithalat yasağı kaldırıldı ve dış pazarlara yönelik
bir kalkınma anlayışı izlendi.
1954’ten itibaren Demokrat Parti, dış ticarette ve tarım sektöründe meydana gelen tıkanmalar sonucunda tarıma ve
dış ticarete dayalı sanayileşme politikasını terk etti
ve özelleştirmeye dayalı sanayileşmeye öncelik verdi.
Enflasyon oranını düşürmeyi, döviz bağımlılığını azaltmayı ve
dış ticaret açığını kapatmayı hedefledi.
Kamu İktisadi
Teşekkülleri (KİT) adı verilen devlete ait işletmeler kuruldu.
1950-1960 döneminde
Türkiye’nin ortalama büyüme hızı %6,3 oranında gerçekleşti. Kişi başına
düşen millî gelir ise 166 dolardan 359 dolara çıktı.
1960’dan sonra
anayasada yer alan sosyal devlet anlayışı doğrultusunda
hareket edildi. Planlı ekonomiye tekrar geçildi. 24 Ocak 1980’de
ekonomiye yön verecek bazı kararlar alındı.
24
Ocak kararların temel hedefleri şunlardı:
Enflasyonun
aşağıya çekilmesi
Serbest piyasa
ekonomisinin harekete geçirilmesi
Ekonomiyi dışa açarak
döviz gelirlerinin artırılması
Alınan kararlar
doğrultusunda Türkiye ekonomisinde köklü bir liberalleşme
süreci başladı.
1980’de %2,8 küçülen
Türkiye ekonomisi, 1990’lı yıllara gelindiğinde %5,6 büyüdü.
Türkiye ekonomisinde
bu dönemde önemli rol oynayan bir kurum da Uluslararası Para Fonu
(International Monetary Fund: IMF) oldu.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası Batı Bloku’na yakınlaşmış, ABD’nin tasarladığı yeni ekonomik sistemle
bütünleşme sürecine girmişti. 1947’de IMF ve Dünya
Bankasına üye oldu.
ABD ile ilişkilerini stratejik ortaklık düzeyine taşıyan Türkiye, bu kuruluşlardan aldığı krediler ve danışmanlık
destekleriyle yeni uluslararası ekonomik düzene ve para sistemine dâhil oldu.
Türkiye, ilk defa
1950’de Dünya Bankasından ve 1961’de IMF’den kredi aldı. Daha
sonraki dönemlerde danışmanlık yardımı da almıştır.
Türkiye, 2008 küresel
krizi öncesinde dünyada bu kuruluşlardan en yüksek miktarda kredi
alan ülkeler arasına girdi. 1994’te Türkiye’deki ekonomik krizin etkilerini yumuşatmak için IMF’nin isteği doğrultusunda yürürlüğe konan
program çerçevesinde “5 Nisan” kararları alındı.
Türkiye, 11 Mart
1947’de Türkiye’nin üye olduğu IMF ile toplam 19 stand-by (sıtend bay)
anlaşması yaptı. 52 yıllık bu süreçte yapılan anlaşmalarla IMF’den 50
milyar dolara yakın kredi aldı.
Türkiye’de ekonomide
yaşanan önemli gelişmelerden birisi de 1985’te KDV (katma değer vergisi)
uygulaması oldu.
İletişim
ve Ulaşımda Yaşanan Gelişmeler
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda ülkeyi kalkındırmak amacıyla yabancıların elindeki demir yolu işletmeleri satın
alınarak millîleştirilmişti.
TCDD’nin kurulmasıyla
da dönemin şartları doğrultusunda devlet, demir yolu yapımına
ağırlık vermişti.
Türkiye’de deniz yolu
ile yük ve yolcu taşımacılığı da 1 Temmuz 1926’da Kabotaj
Kanunu’nun çıkarılmasıyla gelişmeye başladı.
1950’den sonraki
yıllarda ise kara yolları, demir yoluna göre ön plana çıktı.
Türkiye’de otomotiv sanayisinin, montaj yoluyla da olsa, kurulması kara yolu taşımacılığının hızla gelişmesine
neden oldu. Gelişmişliğin göstergelerinden biri kabul edilen otoyollar
Türkiye’de ilk defa 1973 yılında hizmete açıldı.
1950 sonrası
Türkiye’de kara yollarının gelişmesi sonucu yerli otomobil yapma
ihtiyacı ortaya çıktı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 16
Haziran 1961’de tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emretti. 23
mühendis “Devrim Arabası” projesine başladı. Türk mühendisler, TCDD’nin
Eskişehir’deki fabrikasında, 129 günde tamamıyla yerli üretim
olan üç araç yaptı.
Devrim Arabası 29 Ekim 1961’de Cumhuriyetin kuruluş yıl dönümünde gerçekleştirilen sürüş testiyle kamuoyuna
takdim edildi.
Fakat dönemin şartları içinde bu projeye yeterince sahip çıkılmadığı için yerli otomobil üretimi süreci başarıyla
gerçekleştirilemedi.
1980 sonrası dönemde
ise otoyol yapımına hız verildi ve kara yoluna yapılan yatırımlar
öncelik kazandı. 2000’li yıllarda hava, deniz ve demir yolu ulaşımındaki
gelişmelerle yolcu taşımacılığında kara yolunun payı %89,3’e düştü.
Osmanlı döneminde 1847’de ilk telgraf hattının kurulması ve 1881’de telefon hattının çekilmesiyle iletişim
teknolojisi kullanılmaya başlandı. Cumhuriyet Dönemi’ndeyse telgraf ve
telefon hizmetleri yaygınlaştı.
1927’de İstanbul
Radyosu kuruldu.
1964 yılında Türkiye
Radyo Televizyon Kurumu (TRT) kuruldu.
1968’de TRT tarafından televizyon yayını yapılmaya başladı.
1973’te teleks,
1979’da uydu teknolojisi Türkiye’de kullanılmaya başlandı.
1983’ten sonra
iletişimde otomatik santrallerinin kullanılması telefonu yaygınlaştırdı.
1986 yılında çağrı cihazları, 1994 yılındaysa Mobil İletişim İçin Küresel Sistem (GSM)
teknolojisiyle tanıştı.
Türkiye’de ilk kez 12 Nisan 1993’te kullanılmaya başlanan internet, GSM ve modern teknoloji araçlarıyla
birlikte kullanılarak hızla yaygınlaştı.
Sizin Görüşünüz Bizim İçin Değerli!